Gulyabani Hangi Bakış Açısıyla Yazılmıştır? Eğitimsel Bir Perspektiften Okuma Denemesi
Giriş: Öğrenmenin dönüştürücü gücü
Öğrenmek sadece bilgi edinmek değil, dünyaya bakış biçimini dönüştürmektir. Bir eğitimci olarak her metni, bireyin farkındalığını artırma potansiyeliyle okurum. Bazı eserler yalnızca hikâye anlatmaz; düşünme biçimimizi, korkularımızı ve değer yargılarımızı da sorgulatır. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Gulyabani” romanı da bu açıdan öğretici bir metindir. Yalnızca bir korku hikâyesi değildir; aynı zamanda insanın cehaletle mücadelesini, akıl ve inanç arasındaki dengeyi ve toplumun eğitim düzeyinin davranışlara yansımasını gösterir. Dolayısıyla, “Gulyabani hangi bakış açısıyla yazılmıştır?” sorusu, sadece edebi bir mesele değil, aynı zamanda pedagojik bir tartışmadır.
Edebi bakış açısı: Anlatıcının sesi ve görme biçimi
“Gulyabani” romanı, birinci kişi anlatıcı bakış açısıyla yazılmıştır. Romanın merkezinde yer alan Cadı Kalfa ve konağın çalışanlarının gözünden olaylar aktarılır. Bu anlatım biçimi, okuyucuyu olayın tam ortasına çeker ve öğrenme sürecini deneyimsel hale getirir. Olayları dışarıdan gözlemleyen bir bakış yerine, içerden yaşayan bir gözlemin varlığı, korkunun nasıl üretildiğini, söylentilerin nasıl yayıldığını ve bilginin nasıl çarpıtıldığını gösterir.
Bir eğitimci için bu durum, öğrenmede deneyimin önemini hatırlatır. Tıpkı öğrencinin kendi hatalarıyla öğrenmesi gibi, roman kahramanları da korkunun ardındaki gerçeği deneyimle çözmeye çalışırlar. Bu yüzden, eserin bakış açısı yalnızca edebi bir tercih değil, aynı zamanda bir öğrenme modelidir: “deneyim yoluyla farkındalık kazanma.”
Öğrenme teorileriyle Gulyabani okumak
“Gulyabani”yi öğrenme psikolojisi açısından ele aldığımızda, romanın yapı taşlarında gözlem, koşullanma ve bilişsel farkındalık süreçlerini görebiliriz. Köşkteki insanlar, duydukları söylentilerle korkuya koşullanmışlardır. Bu, Davranışçı öğrenme kuramı açısından tipik bir örnektir: tekrar eden uyaran (gulyabani söylentisi) bireyde korku tepkisi oluşturur. Ancak romanın ilerleyen bölümlerinde, karakterlerin akıl yürütme ve sorgulama becerisi gelişir. Bu noktada, Bilişsel öğrenme teorisi devreye girer. Okuyucu, kahramanlarla birlikte yanlış inançların sorgulandığı bir düşünme sürecine tanıklık eder.
Bu dönüşüm, öğrenmenin yalnızca dışsal bir süreç olmadığını; bireyin iç dünyasında gerçekleşen anlamlandırma süreciyle tamamlandığını gösterir. Hüseyin Rahmi’nin ironik dili, korku unsurlarını bilgiyle dönüştürür. Romanın sonunda “Gulyabani”nin aslında gerçek olmadığının anlaşılması, öğrenme sürecinin doruk noktasıdır — tıpkı öğrencinin kendi önyargısını fark etmesi gibi.
Pedagojik açıdan Gulyabani: Cehaletin eleştirisi
“Gulyabani”nin pedagojik değeri, eleştirel düşünmeyi teşvik etmesinde yatar. Gürpınar, halk arasındaki hurafeleri, korku kültürünü ve bilgi eksikliğini hicvederek, eğitimli bireyin önemine dikkat çeker. Roman, okuyucuya dolaylı olarak şu soruyu sordurur: “Eğer bilgiyle donanmış olsaydık, bu kadar kolay korkar mıydık?”
Bu sorgulama, öğrenmenin toplumsal işlevini hatırlatır. Eğitimin amacı sadece bireysel başarı değildir; toplumsal bilinç yaratmaktır. Gulyabani’nin yarattığı korkunun, bilgisizliğin ürünü olduğu düşüncesi, romanın en önemli pedagojik mesajıdır.
Toplumsal yansımalar: Cehaletten farkındalığa
Romanın yazıldığı dönemde Osmanlı toplumu, modernleşme sancıları içindedir. Bilimsel düşünceye yönelme çabaları, halk arasındaki geleneksel inançlarla çatışmaktadır. Hüseyin Rahmi bu çatışmayı mizahi bir dille aktarırken, aslında bir öğrenme süreci metaforu kurar: cehaletten farkındalığa geçiş. Bu geçiş, modern eğitimin temelini oluşturan eleştirel okuryazarlık kavramıyla doğrudan ilişkilidir.
Günümüzde de benzer bir durum geçerlidir. Bilgi çağında yaşıyor olsak da, her bilgi doğru değildir; öğrenme süreci artık “bilgiyi ezberlemek” değil, “bilgiyi değerlendirmek” üzerine kuruludur. Bu bağlamda “Gulyabani”, yüz yıl öncesinden bugüne öğrenmenin eleştirel yönünü hatırlatan güçlü bir metindir.
Sonuç: Okuyucuya açık bir soru
“Gulyabani hangi bakış açısıyla yazılmıştır?” sorusu, cevabı kadar bize ne öğrettiğiyle de önemlidir. Roman, birinci kişi anlatımıyla okuyucuyu olayların içine çeker; korkunun ardındaki cehaleti açığa çıkarır; aklın gücüyle öğrenmenin dönüştürücü potansiyelini gösterir. Bu nedenle, eseri bir “korku hikayesi” olarak değil, bir “öğrenme yolculuğu” olarak okumak gerekir.
Belki de en önemli soru şudur: Biz bugün kendi “Gulyabani”lerimizden korkmayı mı, yoksa onları anlamayı mı öğreniyoruz? Öğrenme, yalnızca geçmişi değil, geleceği de şekillendiren bir süreçtir — ve Hüseyin Rahmi’nin romanı, bu sürecin ne kadar insani, ne kadar öğretici olabileceğini bir kez daha hatırlatır.